Çanakkale’de şehitlikleri gezerken ürpermemek elde değil.
Yemyeşil bir doğada kafanızı kaldırdığınızda masmavi denizi gördüğünüz yüksek tepelerde bundan yüz yıl önce orada nasıl bir savaş verildiğini tasavvur etmek bir hayli zor.
Askerleri düşünüyorum. Birçoğu belki de ilk defa memleketlerinden çıktılar. İlk defa yolculuk yaptılar. İlk defa deniz gördüler. Manzaranın karşısında büyülendiler belki de. Belki de kafalarını çevirip bakamadılar bile.
O yörenin rüzgarını bilenler anlayacaktır, yaz gününde keyfekeder dolaşırken bile rüzgarı sizi sersemletir. Günlerce, haftalarca, aylarca süren bir savaşın içinde açlıkla, kanla, topla, gürültüyle, acıyla, özlemle bezeli bir asker ne hisseder kim bilir?
Müzeyi geziyoruz daha iyi anlayabilmek için. Hissedebilmek için.
Müzede bombacı çocuk diye bir fotoğraf gözümüze ilişiyor. Çocuk sahi diyorsunuz. Daha çocuk.

Savaşla ilgili mektuplar, görseller, silahlar, formalar, haritalar arasında dolaşıyoruz. Afişler var sonra. Her şey savaşın içinden, o andan, ama afişlerde farklı bir şeyler hissediyorum. Afişler savaşın bir başka yüzü. Savaş çığırtkanlığı yapıyorlar. Bir başka ülkenin topraklarında kahramanca savaşmaları için, ülkelerini, kraliyeti onurlandırmaları için savaşa çağırıyorlar gençleri, nedenini söylemeden, bir sebep sunmadan. Sebepleri ne ki? Kadınlara da söyleyecekleri var: Oğullarınıza, eşlerinize, sevdiklerinize savaşa katılmalarını söyleyin.

Savaş alanındayız. Siperlerin arası yer yer birkaç metreye düşüyor. Birbirlerinin konuştuklarını duyacak kadar yakınlar. Düştüklerini görecek kadar. Birbirlerinden haberdarlar.
Siperlerin arasında gezinmeye devam ediyoruz. Bir Anzak askerini mektubunun başında yakalıyoruz:
…Türkler öyle kötü insanlar değil… Bazen bir sigara ile konserve, reçel takas ediyoruz…
İçimizi sımsıcak ısıtıyor bu satırlar. Bir yandan da içimiz burkuluyor askerin saflığına. Hiç tanımadığın biri ile savaşıyorsun. Sebebini bile bilmeden. Ne dediler de savaşa çağırdılar sizi? Kötülükle mi savaştığınızı düşünüyordunuz? Dünyanın iyiliği için mi?
Yazdığı bir şeyse aklımıza çakılıyor:
… Bu savaş ne kadar gereksiz...
Bir Türk askerinin yaralı Anzak askerini kucağında sıhhiyeye taşıdığını görüyoruz. Gurur duyuyoruz masum olmayan savaşın içindeki masumlukla. Bu kocaman yürek, yüreğimizde tekrar canlanıyor. Her bakışta ölümsüzleşiyor.
Gelibolu belgeselinden bir an geliyor gözlerimin önüne. Anzak subayı askerlerine siperlerinden çıkıp taarruz etme emri veriyor. Birinci grup çıkıyor. Hemen vuruluyorlar. İkinci grubu gönderiyor. Vuruluyorlar. Üçüncü grupta siperden çıkacak askerler öleceklerinden eminler. Vedalaşıyorlar arkadaşlarıyla. Emir geliyor. Diğer arkadaşları gibi siperden çıkar çıkmaz ölüyorlar. Bu kıyıma daha fazla dayanamayan Türk subayı siperinden çıkıyor ve karşısındaki Anzak subayına bağırıyor “Dur!”
Bu savaşta hayatta kalıp Batı cephesine gönderilen askerler herhangi bir savaşı Kanlısırt’taki savaşla karşılaştırırlarmış. “Kanlısırt kadar kötü” veya “Onun yanına yaklaşmaz” derlermiş.
Kendi toprağını savunan askerlerin karşısında Anzakların savaşı kendilerine de anlamsız gelir artık. Bu politikadır, söylenecek pek fazla söz yoktur.
Müzeden çıkıp Abide’ye gidiyoruz. Atatürk’ün Anzak analarına seslenişi karşılıyor bizi:
Bu memleketin topraklarında kanlarını döken kahramanlar!
Burada, dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yanyana koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve rahat uyuyacaklardır. Onlar bu
topraklarda canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.
Ne bu satırlara, ne de bu savaşa insanın yüreği dayanmıyor.
Anzak askerin sözleri geliyor aklıma: Savaş ne kadar gereksiz!
Savaş ne gereksiz! Üzerine ne söylenebilir ki. Emeğine sağlık.
BeğenBeğen