Yıllar sonra buluştuk. Bir pazar sabahı CerModern‘i seçtik, eski tren atölyesi.
Hangi ‘mutlak beden’ kitap kadar kışkırtıcıdır? Eprimiş gövdenin esrittiği ruh. Trajik bir kahramanım sadece ben; -özne değil! Çünkü benim dışımda gelişiyor kütüphanem; -henüz ergenlik çağında…
Labirent mi, bahçe mi, kuyu mu, cennet mi, cehennem mi, ayna mı? Bir ‘töz’ olarak nedir kütüphane?
Mekanda açık büfe kahvaltı var ama bildiğim Ercan hoca pek bir şey yemez. “Ben az bir şeyler alırım.” dediğinde bile şaşırıyorum. Garsona dönüyoruz, soruyoruz, ben açık büfeden alırım ama başka bir alternatif var mı bunca yemek istemeyen için. “Mutfak çok yoğun yapamam(!)” diyor. Açık büfenin ihtiyacı olan şeyi yapıyor, ama öteki müşterininkini yapmıyor. Mutfak kendine müşteri seçiyor. Hiçbir yerde eşit değiliz.
Biz de tam bunlardan konuşacaktık: Eşitsizlikler, dayatmalar, tüketim, şiddet…
Kişisel gelişimin aslında anlık iyi hissetme pratikleri olmaktan ziyade günlük hayatta karşılaştığımız dayatmaları sorgulayabilecek eleştirel bakış açısına ve dahasına sahip olabilme olduğunda hemfikir oluyoruz. Günümüzün en temel sorunlarından tüketim çılgınlığından konuşuyoruz. Konu konuyu, sorunlar soruları açıyor, sohbetimiz koyulaşıyor.
Rasim Özdenören, ‘Yazı Kendini Savunuyor’ başlıklı yazısına şöyle başlıyor: “Modern zamanlarda, yazının profanlaştığını, metaya dönüştüğünü ve seri üretimin konusu haline geldiğini söylüyoruz.” Octavio Paz da “Bugünkü edebî alışveriş, tamamıyla ekonomik nedenler tarafından güdülenir.” derken edebî eserin ticarî bir eşyaya dönüştüğünün altını çiziyordu. “Piyasanın mantığı, edebiyatın mantığı değildir.” çünkü.
Dönüp dolaşıyoruz, aynı yerdeyiz: Kitaplar. Saklı bahçemiz.
Alışkanlıkla saplantı arasındaki bir duyguyla (tutkuya mı demeliydim?) oluşturulmakta olan bir kütüphane için neler söylenebilir ki? ‘Oluşturulmakta olan’ diyorum, çünkü kütüphane olsa olsa bir tasarım, bir projedir, sonsuza dek süren…
Hayır, cenneti bir kütüphane olarak tahayyül etmiyorum Borges gibi ben! Kütüphanenin cennet olduğunu düşünüyorum.
CerModern’in hediyelik eşya dükkanında dolaşıyoruz. Hocam bana defter alacak, yazmam için. Deftersever bir girişimcinin tasarladığı defteri seçiyoruz. Biz de defterseveriz çünkü. Parmağımız kelimeye dokunuyor: Deftersever.
Umberto Eco ile J.-C. Carriere’ın ‘Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın’ isimli o enfes kitabında Jean-Philippe de Tonnac, iki yazara Hermann Hesse’nin teknik gelişmelerin kitabın muhtemel ‘yeniden meşrulaşması’na imkân vereceğine dair tespitini hatırlatır. Bunun üzerine Eco şunları söyler: “Bir ara insanlar yazıyı icat etti. Yazının elin uzantısı olduğunu ve bu bakımdan neredeyse biyolojik olduğunu düşünebiliriz. Doğrudan doğruya vücuda bağlı iletişim teknolojisidir yazı. Bunu icat ettiğiniz zaman, artık bundan vazgeçemezsiniz. Bir kere daha söylemek gerekirse, tekerleği icat etmiş olmak gibi bir şey. Günümüzün tekerlekleri tarih öncesininki tekerlekler. Modern icatlarımız sinema, radyo, internet ise biyolojik değil.” Yani ki ‘iyi yürekli kâğıtlar’ hep bizimle olacak…
Sonra kahvelerimizi alıyoruz: Sütlü kahve. Trabzon Kanuni Parkı’nı anıyoruz. Bir keresinde parkta buluşacaktık, Ercan hocam bir ağacın altında kitap okuyor beni beklerken. Veya kitap okurken beni bekliyor. Gözlerimle tüm parkı tarıyorum ama göremiyorum onu. “Belki de o kadar yoğunlaştım ki, ağaca karıştım, görünmedim.” diyor, buluşabildiğimizde.
Aklıma bu anlatısı geliyor:
Üniversitemin (Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi) Yenikapı Mevlevihanesi yerleşkesindeki kütüphanesinin eski çilehaneler olduğunu bilmek oldukça tuhaf geliyor bazılarına. Halbuki çile ile okuma eylemi arasında bir mütekabiliyet olmadığını kim söyleyebilir ki? Ve birdenbire çileyen gül imgesi…
Sakallarım iyice uzadı. Onları tavana bağlayarak başımın öne düşmesini engellemeliyim galiba. Eski dervişler gibi. Ve böylece daha fazla vakit geçirebilirim bir çeşit çilehane olan kütüphanemde. Ve birdenbire bir gülün içince binlerce arı sesi.
Bana kitaplarını getirmiş: Kaplanın İşaretleri, Gözyaşları ve Zeytin Ağaçları, Rüzgarın Aynaları. Şimdi hepsini imzalıyor. İnsanın bir kitabının olması nasıl bir his merak ediyorum.
Yeni oluşmaya başlayan bir ‘şey’ benim kütüphanem. Yeni oluşmaya başlayan ama, Marlowe gibi “kitaplarımı yakacağım –ah Mefistofele” cümlesini söyletebileceğim bir ‘kahraman’ olmadığı için ‘kitaplarımı yakacağım ey okur!’ tehdidiyle ‘yok-olma’ tehlikesini ya da ihtimalini okura hissettirdiğim bir kütüphane.
Ben ateşe bağışlıyorum kitaplarımı! Bu ateşin ‘tin çözümlemesini’ gelsin de yapsın okur-olan!
Öyleyse kütüphane bir cehennem…
Sözün demlendiği yerde elleriyle konuşuyor.
Kayıp bir kitabın peşinden gitmek ya da labirente dönüşen bir mekânda hareketsiz kalmak; aradığınız kitabın -kim bilir ne zaman- uçmuş olduğunu fark etmek ya da kitapların düzeni reddeden doğası az acı mıdır?
Bırak dağınık kalsın öyleyse!
Gözyaşları ve Zeytin Ağaçları’nı adadığı Henriette’den bahis yarım kalıyor.
Merhaba çok güzel olmuş. Sözün demlendiği cümlesine bittim ya sıcacık bir sohbet olmuş
BeğenLiked by 1 kişi